FERİT EDGÜ

--------------------------------------------------------------------------------

     24 Şubat 1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde eğitim görürken kazandığı bir sınavla Almanya'ya gitti. Oradan Fransa'ya geçti. 1959-1964 arasında Paris’te resim çalışmalarının yanısıra felsefe, sanat tarihi, seramik kurslarına katıldı. Askerliğini yedeksubay öğretmen olarak yaptı. 1 yıl daha Paris’te yaşadı. Türkiye’ye dönüşünde önce metin yazarlığı yaptı. Daha sonra DATA reklamcılık ve Ada yayıncılık şirketlerini kurdu. Yazın hayatına şiirle başladı. İlk şiiri 1952’de Kaynak dergisinde, ilk öyküsü 1954’te Yeni Ufuklar dergisinde yayınlandı. Yazılarında edebiyatın konumu, yazarın özgün koşulları ve nitelikleri üzerine düşünceleriyle dikkat çekti. Plastik sanatlar alanındaki deneme, eleştiri ve tartışmalarıyla ilgi uyandırdı. Romanlarında "niçin" sorusundan çok "nasıl" sorusu üzerinde durdu. Çevresiyle uyum sağlayamayan bireyin sorunlarına eğildi. "O" adlı romanı, Onat Kutlar’ın senaryosuyla Erden Kıral tarafından "Hakkâri’de Bir Mevsim" adıyla filme çekildi. Film, 1983’te 33. Berlin Film Festivali’nde ve 1984’te 2. Akdeniz Kültürleri Film Festivali’nde ödül aldı. Abidin Dino, Yüksel Arslan, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Füreya, Aliye Berger ve Ergin İnan’ın yaşamlarıyla ilgili araştırma kitapları da yayınladı.

--------------------------------------------------------------------------------

ESERLERİ

ÖYKÜ:

Kaçkınlar (1959)  ,  Bozgun (1962) ,

Av (1968)  Bir Gemide (1978) ,  

Çığlık (1982) ,

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı (1988)

ŞİİR:

Ah Min-el Aşk (1978)

ROMAN:

Kimse (1976)

O (1977)

DENEME:

Ders Notları (1978) ,  Yazmak Eylemi (1980) , Şimdi Saat Kaç (1986) , Binbir Gece (1991)

ÖDÜLLERİ:

1979 Sait Faik Hikaye Armağanı, Bir Gemide ile

1979 Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü, Ders Notları ile

1988 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı ile


HİKAYELERİNDEN ÖRNEKLER

  • Deniz Kıyısında

  • Dönüş


DENİZ KIYISINDA


Boyuna değişiyor rengi. Mavi. Mavinin her türü. Gök mavisi. Türk mavisi. Camgöbeği. Yeşilimsi. Külrengi mavi. Çivit mavisi (handiyse). Ya da toprak rengi (büyük yağmurlardan sonra. Değişen yalnız rengi değil. Akıntıları, aynaları, dalgaları da. Balıkları da değişiyor. Bugün istavrit, vatoz; yarın lüfer, dil, çinekop (ağ attığınızda).

 

Denizin bu değişkenliğini izliyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ne mene bir dünya bu deniz! Durmadan değişiyor, rengi, akıntısı, dalgası, balıkları. Ama bu değişimler için seviyorsunuz denizi. Herhangi bir denizi değil, kendi denizinizi. Hafta sonlarında (benim gibi) pencerenin önünde oturuyorsunuz. Seyrediyorsunuz. Neyi? Denizi. Denizin neyini? Yanıtlayamazsınız ki.  Belki rengini, belki dalgaları, belki martıları, belki orkozları, belki balıkçıları, ya da kıyıya çıkıp oltanızı atıyorsunuz. Ya da günbatımında gelincik sepetlerinizi. Ya da elinizde dürbün, gelip geçen gemileri izliyorsunuz.


İnsan tükenir, deniz tükenmez. Denizi bilmeyenlerin, denizi yaşamayanların anlayamayacakları, “alıkça” diye niteleyebilecekleri bu seyir, şaşırtıcı olaylarla doludur. Bir gemi geçer; kar yağmaktadır, gene de gemiden bir insan atlar denize, kıyıya doğru yüzmeye başlar. Siz, denizi seyrediyorsanız, görürsünüz.


Üç gün boyunca kar yağmıştır, kırgın vardır, baygın balıklar su yüzüne vurur. Elinizde kepçe beklersiniz. Gelen, kimi zaman ocakta yanacak bir kalastır. Kimi zaman sahipsiz bir kayık.


Bir cesetle de karşılaşılabilir – benim karşılaştığım gibi.


O sabah, denize çöpleri dökmeye gittiğimde, rıhtıma vurmuş bir kadın cesediyle karşılaştım. Bir bayram sabahıydı. Kurban ya da Şeker Bayramı. Ansımıyorum. Bahçede kar diz boyuydu. Kadıncağız, sanki suyun içinde üşüyormuş gibime geldi. Göğsü bağrı açıktı. Ayağında bir şalvar, uzun  sarı saçları başının çevresinde dolanmış, hırkası ve hırkasının altındaki (ne demeli? bluz mu?) bluzu (evet, bluzu diyelim), önünden açılmış, göğüsleri bembeyaz ortaya çıkmıştı.


Sanki bir ölüye değil de, göğüslerini bana sunmak için denize atlamayı seçmiş bir kadının önündeymişim gibi irkildim. Sanki bir ölü değildi rıhtıma vuran. Umutsuz ama yaşayan bir varlıktı. Benden yardım isteyen. Oysa ölü olduğunu, denizde çok kalmamış olduğunu (henüz şişmemişti) anlamıştım. Elimdeki çöp kovasını denize boşaltmadığımı gören karım, balkonun kapısını açıp bağırdı:


“Üşüteceksin. Niçin dökmüyorsun çöpü?”


“Denize bakıyorum” diye yanıtladım.


Çöp kovasını kıyıda bırakıp, kayıkhaneye girdim. Küreklerden birini alıp rıhtıma döndüm. Cesedi akıntıya doğru, şöyle bir iteledim.


Karım balkondan,


“N’apıyorsun orada?” diye bağırıyordu.


“Hiç, dedim. Bir köpek leşi sürüklenmiş, onu uzaklaştırmaya çalışıyorum.”


Akıntılı sulara doğru sürüklemek istiyordum cesedi. Ama tüm çabalarım boşa gidiyordu. Ben kıyıdan uzaklaştırdıkça, ceset yeniden kıyıya dönüyordu. Kayıkhaneye gidecek diye korktum. Bu bayram gününde, kayıkhanede bulunmuş bir ceset! Gel de polislere bu insanı tanımadığını, dalgaların onu kayıkhaneye getirdiğini anlat!


“N’apıyorsun orda? diye seslendi karım. Elinde kürek. Üşüteceksin. Dök çöp kovasını da gir içeri. Bırak köpek leşini.”


“Evet, diye sesleniyordum. Şu işi bitireyim, döneceğim.”


Ve elimdeki kürekle itelemeye çalışıyordum cesedi.


Denize düşüp yüzme bilmediğinden boğulmuş muydu? Yoksa kendini bu soğuk kış gününde denize atacak denli umutsuzluğa mı kapılmıştı. Bilmiyorum. (Hiçbir zaman öğrenilemez bir intiharın gerçek nedeni.)


Küreğin ucunu göğüslerine değdiriyorum. Diri, yaşayan bir insanın göğüsleri duygusunu veriyor. Sonunda oyun bitti: Akıntıya değin sürükleyebildim. Akıntıya kapılıp aldı başını gitti. Ben de çöp kovasını denize boşaltabildim.


Karım kıyıda niçin böyle oyalandığımı sordu.

“Bir insanın üzerine dökmemek için çöpleri” dedim.

“Hangi insanın?” dedi.

“Herhangi bir insanın” dedim.

“Saçmalıyorsun, dedi. Galiba gene bir öykü yazacaksın.”

“Hayır, dedim, yazacağım hiçbir şey yok. Böyle bir günde ne yazılabilir?”

Elime dürbünü aldım…


Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?


Ferit Edgü / ÇIĞLIK


DÖNÜŞ


Niçin geldim buraya

niçin döndüm bu toprağa

dört bir yanı suyla çevrili

bu çorak adaya?

Havasına dayanamadığım

iklimi sağlığıma zararlı

ve her dönüşümde pişmanlık duyduğum

bu kara parçasına

geldim

niçin?

Burada açtım gözlerimi. Burada kapayacağım. Dediğim için. Burda. Bu adada. Bu odanın bir köşesinde. Bahçe içindeki küçük evimde. Dediğim için. Ya da kumsalın bir yerinde. Bir kaya kovuğunda. Bir deniz mağarasında. Bir kaçak gibi. Ya da tepelerinden birinde. Kurşunu alnına yemiş gibi. Dediğim gibi.

Burda açtım gözlerimi. Gözlerimi nerde açtığımı ansımıyorum. (Nerde kapayacağımı da ansımayacağım.)

Beni doğuran kadın, ölü. Çocuk belleğim ölü.

Ölünün gözleri görür mü?

Gözlerimi burda açmış olup olamayacağıma göre niçin bu dönüş?

(Bu kaçıncı dönüş?)

Bu sürekli dönüş?

Bilmiyorum.

Bir tutku mu?

Bir saplantı mı?

Toprağın çekmesi mi?

Denizin çağrısı mı?

Bilmiyorum.

Bilmeden dönüyorum.


Gemiden indim.

Elimde bir bavul.

İskeledeki memur selamladı, hatırımı sordu ve "Hoş geldiniz" dedi.

Akşam, dört bir yanı örümcek ağlarıyla sarılı eve girdim kapıyı büyük demir anahtarla açıp.

Girişte sandığın üstünde bırakılmış bir mum buldum. Sanki beni bekliyordu.

Yaktım. Mum ışığında baktım eve, örümcek ağlarına, rutubetin duvardaki izlerine.

Yatak odasına girdim. Hazır. Ama toz toprak içinde bir yatak, beni bekliyordu.

Yatağın üstündeki örtüyü kaldırdım. Pencereyi açtım. Sonra bütün pencereleri açtım. Mumu söndürdüm. Çıktım. Karnımı doyurmak için gittiğim aşevinde, şarabı yudumlarken, adını unuttuğum bir çocukluk arkadaşı geldi yanıma.

-Demek dönüldü?

-Evet.

-Toprak çekiyor değil mi?

-Hayır, toprak değil deniz.

-Aynı şey.

-Evi nasıl buldun?

-Örümcek ağları içinde.

-Eh o kadar olur.

-Camlardan bazıları kırılmış.

-Bunca yıl geçti aradan.

-Evet.

-Bu kez dönüş temelli mi?

-Bilmiyorum. Bakacağım. Belki.

-Tek başına mı?

-Her zamanki gibi.

Şaşırdı. Ya da acıdı.

-Şaşacak ne var?

-Şaşırmadım . Ama yaş... Biliyorsun hepimiz yaşlandık. (Yaşla yalnızlığın ne ilgisi var?)

-Haklısın. Yoksa köyden birini mi bulacaktın bana bakacak?

-Niçin olmasın?

Niçin olmasın?

Aşımı pişiren. Çamaşırımı yıkayan, Yatağımı yapan. Soğuk gecelerde beni ısıtan. Kıyıda balıktan dönüşümü bekleyen.


Niçin olmasın?

Oldu. Buldular.

Yeryüzünün en iyi kadınıydı.

Yüzü kızarmadan yüzüme bakmıyordu.

Gel, dediğim zaman geliyor, git, dediğim zaman gidiyordu.

Sustuğum zaman susuyordu.

Yalnız bahçede hangi çiçekleri görmek istediğimi soruyordu.

Bugüne değin ne yaptığımı sormuyordu.

Bundan sonra ne yapmayı düşündüğümü sormuyordu.

Verirsem alıyordu. Alırsam giyiyordu.

Yalnız bir gün, daha doğrusu bir akşam, soyunup yatağa girmeden önce, o tüm saflığı içinde bir söyledi ki delinmez sandığım ciğerimi deldi:

-Biliyor musun, senden önce ben burada yok gibiydim.

Biliyorum, daha çok yoksulluğun sesiydi bu.

Hiçbir şey vermemiştim bu kadına. Hemen hemen hiçbir şey. Yazın bir basma entari. Kış yaklaşıyor diye üç arşın pazen. Canım çektiğinde bir okşama. Diyelim biraz ötesi. Ne övüp göklere çıkartmıştım, ne yerip yerin dibine batırmıştım. Kendim nasıl yaşıyorsam, onu da öyle yaşatmıştım. Sessiz. Tekdüze. İlk kez evime girdiğinden, yatağımı paylaştığından beri ilk kez, doğru dürüst bir şey söylemek gereği duydum. Ama sözcükler, boğazımda düğümlendi. Yalnızca:

-Ben sana hiçbir şey yapmadım, diyebildim. Sonra, en sevdiğim, birçok kez, birçok kişiye söylemek isteyip söyleyemediğim sözcük çıktı ağzımdan.

-Bağışla!

Bana dokunmaya, bana bir söz söylemeye çekinen, canı çektiğinde kendisini sevmemi bile istemekten; değil istemekten, bunu belli etmekten çekinen bu kadın, birlikte olduğumuzdan beri ilk kez benden önce yatağa girdi. Sırtüstü uzandı. Kollarını iki yana açtı. Gözlerini yumdu.

-Sen beni bağışla ve bana bir çocuk ver, dedi.

Ada sarsılıyor sandım. Dışarda bir fırtına patladı sandım. Öylesine bir doğallıkla söylemişti ki, sanki kuruyan bir bitki dile gelmiş su vermemi istiyordu benden. Oysa, su, yaşam, güneş oydu.

Yanına uzandığımda, ona bana güvenmemesini, çünkü kendime benim bile güvenim olmadığını söyledim.

-Geldiğim gibi bir gün gene giderim, dedim.

-Biliyorum, dedi. Onun için istiyorum.


Güz yağmuruyla birlikte adadan ayrılma isteği belirdi içimde. Kışı burada geçirmekten korkuyordum. Burası: Bir ada. Dört yanı denizle çevrili. Bir denizin üstüne oturmuş. Ya deniz dibindeki kayalar çözülürse? Ya da batarsa? Bundan mı korkuyordum? Bilmiyorum. Kışın esecek, günler boyu dinmeyecek fırtınaların korkusu muydu içimdeki? Bilmiyorum.

Bir sabah, iskeleye gittim. İki gün sonra kalkacak vapur için bir bilet istedim. Bir tek bilet.

İskele memuru, önüne koyduğum parayı eliyle itti.

-Nereye gidiyorsunuz? dedi. Adamızda rahat etmediniz mi?

-İşlerimi çözümleyip döneceğim, dedim.

-Hangi işleri? Neyi çözümleyeceksiniz? Bırakın bunları. Oturun oturduğunuz yerde. Bakın, artık yabancılar da kalmadı adamızda.

-Ben sizin düşüncenizi sormadım, dedim. Ben ilk vapur için bir yer istiyorum.

-Bir yer mi? dedi iskele memuru. İlk kalkacak vapurda sizin için bir yer yok.

-Yani bütün yerler dolu mu? dedim.

-Hayır, dedi. Sizin için yer yok dedim.

-Bu ne demek? dedim.

-Bu şu demek ki, adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor.

-Kimden? dedim.

-Adanın mülki amirinden, dedi.

-Ben kimseden izin almam, dedim. Eğer siz bilet vermezseniz, ben de bir balıkçı motoruna atlayıp giderim.

-Bunu size salık vermem, dedi. Başınıza bir kaza gelebilir.

Sonra kalmam için yalvarırcasına:

-Niçin gitmek istiyorsunuz? dedi. Eviniz barkınız burda. Kimse sizi tedirgin etmiyor. Bu ada sizin adanız. Doğduğunuz yer. Baba ocağınız. Üstelik şimdi çocuk bekleyen bir de eşiniz var.

-Ama bu benim seçtiğim bir yaşam değil, dedim.

-Hangimiz kendi yaşamımızı seçiyoruz ki, dedi iskele memuru. Hangimiz dilediğimiz yaşamı seçiyoruz ki?

Elimdeki parayı cebime koydum.

-Demek bana bilet vermiyorsunuz, dedim.

-Hayır, dedi.

Odasından çıkarken,

-Balıkçı teknelerini unutun, dedi. Bunu size pahalıya ödetirler.

-Ödetsinler bakalım, dedim.


Neyi ödeyecektim?

Kim ödetecekti?

Nasıl ödetecekti?

Niçin ödetecekti?

Niçin ödeyecektim?

"Kimseye bir borcum yok, ama gerekirse öderiz" dedim kendi kendime. Sonra içimden bir ses, "Ama ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi.

"Yaşamımla öderim" dedim.

"Yaşamınla ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi.

Kısır bir yaşam deneyimim vardı.

Bu sorunun karşılığını (neymiş onlar) sorup, cevabını veremedim.


Kumsala döndüm. Kızgın kumsala. Artık kızgın olmayan kumsala.

Kimseler yoktu.

Nereye gideceğimi bilmiyordum.

Niçin gideceğimi bilmiyordum.

Buraya, yazmamak, ölene değin yazmamak, bahçemde çiçek yetiştirip, denizde balık tutup yaşamak için dönmüştüm.

Gün batıyordu.

İki gün sonra beni adadan götürmesini istediğim vapur rıhtıma yanaşmıştı. Işıklar içindeydi.

O demir alacak ve ben içinde olmayacaktım.

"Sabah ola hayrola", dedim.

Evime doğru yürüdüm.

Bahçe kapısını açtım.

Ev ışıklar içindeydi.

Alt katın penceresine yaklaştım.

Yemek masasının başında bir adam, masanın üstüne kâğıtları yaymış, ağzında cigarası, yazı makinesini önüne çekmiş bir şeyler yazıyordu.

Karım kahvesini getirdi.

O gülümseyerek teşekkür etti.

Kahvesinden bir yudum aldı.

Sonra kâğıtları karıştırdı.

Sonra yazı makinesinin tuşlarına vurmaya başladı

Boşluğa yönelmiş

Bir makineli tüfeğin

Tetiğine basar gibi.



Ferit EDGÜ / Bir Gemide (1972)



Edebibilgiler.com 2009 ©  Her hakkı saklıdır.