CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI

        Osmanlı Devleti’nin askerî, siyasî ve ekonomik açıdan Avrupa’nın gerisinde kalmasından dolayı Osmanlıda bazı önlemler alınmaya başlanmış, bu alanlarda Avrupa’nın nasıl geliştiğinin öğrenilmesi için de bazı gençler, Avrupa’ya gönderilmiştir. Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya giden gençler, oradaki edebiyata hayran kalmış ve gördüklerini, öğrendiklerini Türk edebiyatında uygulamaya başlamışlardır. İlk önce siyasi alanda uygulanmaya başlanan bu yenilikler edebiyat alanında da gerçekleşmiş ve belli dönemler halinde günümüze kadar gelen yeni bir edebiyat başlamıştır. Bu dönemlerden biri de 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle hız kazanan, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatıdır.

         Bu dönemi Milli Edebiyattan kesin sınırlarla ayırmak zordur. Milli Edebiyat Dönemi sanatçılarının önemli bir bölümü, edebiyat yaşamlarını Cumhuriyet Döneminde de sürdürmüştür. Cumhuriyet Dönemi, millileşme akımının devamı olarak hızlı bir gelişme ve oluşma çığırı açmıştır. Önceki edebiyat dönemlerinden biçim, dil ve düşünce bakımından bazı özellikler devralan Cumhuriyet Dönemi Edebiyatının oluşumunda, Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleştirilen siyasi, toplumsal ve kültürel değişmelerin büyük etkisi vardır. Bu edebiyatın oluşumunda özellikle “Atatürk İlke ve İnkılapları”nın payı büyüktür.

         Cumhuriyet’in ilanı ile yapılan inkılaplarla, aydınlar, bir siyasî değişim yaşamıştır. Bu edebiyatın temelinde “Kurtuluş Savaşı” ve “Atatürk İnkılapları” vardır. İster şiir ister roman olsun çoğu eser, bu iki konu doğrultusunda oluşturulmaya başlanmıştır. Dine dayalı ümmet toplumu, yerinin ulusal devlete bırakmış; teokratik devletten demokratik devlete dönüşüm başlamıştır. Latin alfabesinin kabul edilmesi ve 1931’de kurulan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ile 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) birbirini bütünlemiştir. Dilde sadeleşme hareketi iyice yerleşmiş böylece geçmişten beri süregelen dil tartışmaları bilimsel bir sonuca bağlanmış, halk ve aydın arasındaki uçurum kapatılmaya çalışılmıştır.

         Cumhuriyet öncesindeki sanatçıların büyük bir kısmı, İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayan varlıklı ve bürokrat kimselerdi. Seçkin çevrelerde yetiştikleri için de eserlerinde kendi çevrelerini yansıtıyor ve bu çevreye sesleniyorlardı. Cumhuriyet edebiyatı Anadolu’yu daha da öne çıkararak toplumun değişik kesimlerinden sanatçılar yetiştirmiştir. 1940 yılında köylere öğretmen ve sağlık personeli yetiştirmek amacıyla kurulan “Köy Enstitüleri”, köy kökenli yazar ve ozan kuşağı oluşturmuştur. Böylece Milli Edebiyatla başlayan halka yönelme ve Anadolu’yu tanıma çabası, Cumhuriyet’in ana ilkesi olmuş, Türk halkının her kesimi edebiyatta yer almıştır.

         Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında yıllar içinde, memleket edebiyatı zevkiyle Batı’dan gelen anlatma biçimleri birleşmiş, milleti oluşturan değerler çevresinde edebiyat, Batı düşüncesindeki gelişmelere göre yeni görünümler kazanmıştır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar geçen sürede edebi eserlerde tartışılan birçok problem Atatürk ilke ve inkılaplarında ifadesini bulmuştur.

CUMHURİYET DÖNEMİ

Sosyal ve Siyasi Olaylar, Atatürk İlke ve İnkılapları

Edebi Eserlerdeki Yansımaları

* Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması

* Latin alfabesinin kabulü

* Saat, takvim, ölçü ve kıyafetlerde Batı dünyasına uyulması

* Medreselerin kaldırılması

* Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması

* Öğretimin birleştirilmesi

* İkinci Dünya Savaşı

* Çok Partili Hayata geçiş

* Kore Savaşı

* 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi

* Kıbrıs Barış Harekâtı

* 12 Eylül 1980 askerî müdahelesi

* İlköğretimden üniversiteye kadar pek çok eğitim kurumunun açılması


* Yaşanan olaylar, sosyal ve siyasi yaşamın etkileri, roman, öykü, oyun ve şiirlerde yer aldı.



* Makale, fıkra, deneme gibi düşünce yazılarında siyasi bakış açıları işlendi.



* Edebi eserlerde aydın, çağdaş, bilinçli insanlar ele alındı ve bu eserler, insanlara yol gösterme görevini üstlendi.

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI GENEL ÖZELLİKLERİ

1.Ulusal, yerli ve toplumsal temalar işlenmeye devam edilmiş; Atatürk Devrimleri, Cumhuriyetle gelen kazanımlar, “Milli Mücadele ruhu”, Anadolu insanının erdemi, yurt sevgisi ve doğa güzellikleri gibi konuların yanında -özellikle 1940’lı yıllardan sonra- bireysel duygular ve sorunlar da ele alınmıştır.

2.”Yenileşme” ile birlikte Batı’ya ve dünyaya açılma, çağdaşlaşma hareketi de edebiyata yansımıştır.

3.Atatürk Devrimleri ve özellikle yeni Türk alfabesinin kabulü, edebiyatımıza yeni bir çehre kazandırmış, edebiyatın halkla bütünleşmesini hızlandırmıştır.

4.Başlangıçta genellikle Halk Edebiyatı nazım biçimleri ve hece ölçüsü kullanılmış; 1940’lı yıllardan sonra “serbest şiir” yaygınlaşmıştır. Aruzu sürdürenler gittikçe azalmıştır.

5.Roman, öykü, tiyatro ve düşünce yazıları en çok kullanılan düz yazı türleri olmuş; eleştiri ve deneme türleri edebiyatımıza girip yerleşmiştir.

6.Dünya sanatları daha yakından takip edilmiş, buna bağlı olarak “gerçekçilik, toplumsal gerçekçilik, varoluşçuluk, dışavurumculuk, gerçeküstücülük, gelecekçilik” gibi akımları benimseyen sanatçılar bu doğrultuda eserler vermişlerdir.

7.Cumhuriyet Edebiyatında görülen ilk edebi hareket “ Beş Hececiler”dir.

8.Anadolu’nun kültürünü ve özelliklerini ortaya çıkarmak için “Anadolu Mecmuası” çıkarılır. (1924)

9.Cumhuriyet ideolojisini yaygınlaştırmak için “Hayat” dergisi çıkarılır. (1926)

10.1930’lu yıllarda bazı sanatçılar tarafından “Yedi Meşaleciler” adlı grup oluşturulur ve “Yedi Meşale” adlı ortak bir kitap çıkarılır. Yedi Meşaleciler, altısı şair, biri öykücü yedi sanatçının oluşturduğu bir topluluktur.

    Hecenin beş şairinin yanı sıra Ali Mümtaz Erolat, Cemalettin Kamu, Necmettin Halil Onan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Kutsi Tecer, Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Kemal Çağlar  gibi şairler de hece veznini kullanmayı sürdüren başlıca şairlerdir.

    Hececi şiirde asıl aşamayı gerçekleştirenler Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı’dır.

11.Türk hikaye ve romanı 1930’lara kadar Milli Edebiyat etkisinde gelişir. 1930’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir çizgiye yönelir.        

12.İlk eserlerini Meşrutiyet Döneminde vermiş olan Yakup Kadri, Reşat Nuri, Halide Edip, Refik Halit gibi yazarlar en güzel eserlerini Cumhuriyet Döneminde verdiler.

13.1925 yılında Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılmasıyla edebiyatçılar suya sabuna dokunmayan konularda yazmaya başladılar. Böylece ortaya popülist bir edebiyat çıktı. Aka Gündüz, Mahmut Yesari, Osman Cemal Kaygılı, Esat Mahmut Karakurt, Güzide Sabri, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu gibi yazarlar bu türden eserler verdiler.

14.Sadri Ertem 1930-1931 yılında yazdığı öykülerle toplumsal gerçekçiliğe yönelen edebiyatın ilk örneklerini verir. Sadri Ertem’le birlikte Sabahattin Ali, Bekir Sıtkı Kunt, Kenan Hulusi Koray’ın da gerçek anlamda toplumsal gerçeklikte başarıya ulaştıkları söylenemez.

15.1940’lı yıllarda şiirde hece vezni bütünüyle aşılır, öykü ve romanda “Gerçekçilik” egemen sanat anlayışı olarak yerleşir. Bu yıllarda Köy Enstitüleri açılır, Tercüme Bürosu kurulur. Tercüme Bürosu Batı klasiklerini birbiri ardınca Türkçe’ye tercüme eder. Bu yıllarda canlılık ve yenilik şiirde ve öyküdedir.

16.Dönemin üç genç şairi, 1941’de “Garip” adını verdikleri ortak şiir kitabıyla yeni bir akım başlattılar.

17.1940’lı yıllarda Garipçiler dışında gelişen yeni şiirin başlıca temsilcileri; Behçet Necatigil, Ceyhun Atıf Kansu, Cahit Külebi, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, İlhan Berk, Salah Birsel ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu’dur.

18.1940-1950 yılları arasında öykü ve romanda bir durgunluk yaşanır.

19.1950’den sonra edebiyat ve sanat alanında bir çok seslilik yaşanır. Bu yıllarda Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal, yeni bir bakış açısıyla ve köy gerçeğini değişik boyutlarıyla yansıtan köy konulu eserler yazarlar.

20.1950’den sonra ortaya II.Yeni akımı çıkar. (Garip hareketine I.Yeni de dendiği için bu harekete bu ad verilir.)

21.1952’de Ankara’da çıkarılmaya başlanan “Mavi” adlı dergide toplanan gençlerin oluşturduğu gruba Maviciler adı verilir.

22. 1930’larda Sovyet Rusya’da güçlenen “toplumsal gerçekçilik” akımı 1930’lu, 1940’lı yıllarda bizde de içten içe taraftar bulmuş; şiirde, romanda ve öyküde bu doğrultuda eserler denenmiştir.

23.İlki, 1950-1957, ikincisi 1964-1980 arası olmak üzere iki dönem yayımlanan “Hisar” dergisi edebiyatımızda özellikle şiir alanında önemli bir yere sahip olmuş, bazı edebiyat tarihçileri bu dergi etrafında toplanan sanatçıları “Hisarcılar” ya da “Hisar Topluluğu” olarak adlandırmışlardır.

24.Milli Edebiyat döneminden itibaren İstanbul dışına açılma, yurt sorunlarını işleme özelliği artmıştır. Buna bağlı olarak bazı edebiyat tarihçileri, yurt sorunlarına eserlerinde çok yer veren şair ve yazarların oluşturduğu bir “Memleket Edebiyatı Akımı”ndan söz ederler. Ancak, belli bir zaman diliminde, belli ilkeler belirlenerek böyle bir topluluk kurulmuş değildir.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK EDEBİYATINDA ETKİLİ OLAN BATI AKIMLARI


         SEZGİCİLİK (Entüisyonizm – Henri Bergson)

         Sezgicilik, soyut düşünmede, akıl ve zihin karşısında sezgiye hem öncelik hem de üstünlük tanıyan felsefe akımıdır. Henri Bergson, akımın kurucusu olduğu için sezgicilik felsefe tarihinde “Bergsonculuk” olarak anılmaktadır.

         Felsefe tarihinde bilginin duyularla değil, sadece düşünme yeteneğiyle oluştuğunu ileri süren akımlar “idealizm” adı altında toplanmıştır. Bu düşünce akımlarının bilgi konusunda öne sürdükleri yöntemlerin iki temel kaynağı vardır: Biri, içinde yaşanan ve duyularla algılanan “doğa”; diğeri, insanda üretici ve yaratıcı olan “akıl ve kavrayış niteliği”dir. Bergson’un geliştirdiği sezgicilik ise üçüncü bir yöntem olarak “akıl kurallarından bağımsız bir kavrayış yeteneği” biçiminde nitelendirmiştir. Bu durumda bilginin kaynağı ve temeli “sezgi”dir. Felsefî anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme, dolaysız, aracısız, birdenbire kavranılmadır.

         Henri Bergson’un öncüsü olduğu sezgicilik, rasyonalist (akılcı) görüşe tepkidir.

         Bergson’a göre, “bilme”nin birbirinden farklı iki yolu vardır: Bilimde en ileri aşamasına ulaşan birincisi, uzay ve kavram bağları içinde her şeyi somut ve süreksiz görmeye eğilimli analitik (çözümlemeli) yol; ikincisi ise duygudaşlık yoluyla “şey”lerin özüne ulaşan bütünsel, araçsız sezgidir. Birinci yol, süreyi (uzam) ve onun ancak sezgi ile kavranabilen kesintisiz akışını yok saydığı için “şey”lerin özündeki gerçekliğe ulaşamaz.

         Bergson, “Ahlak ile Dinin İki Kaynağı” adlı eserinde temel yaklaşımı, “durağan” (sabit-hareketsiz) ile “devingen” (hareketli) arasındaki karşıtlık oluşturur. İnsanın ahlakî, toplumsal ve dinsel yaşamında, bir yanda sistemli yasalara ve geleneklere uygunluk içinde kendini ortaya koyan kapalı toplumun, diğer yanda ise içinde yaşadıkları gruptan gelen kısıtlamaların ötesine geçen kahramanların ve mistik azizlerin devingen arzularında anlatımını bulan açık toplumun etkisi vardı. Böylece iki ahlak ya da ahlakın iki kaynağı söz konusuydu: Birinin kökleri zihindeydi ve bilime, onun durağan mekanik ülkülerine götürüyordu; öbürü ise sezgiye dayalıydı ve yalnızca felsefecilerin ve sanatçıların özgür yaratımında değil, azizlerin mistik deneyimlerinde de anlatımını buluyordu.

         HENRİ BERGSON (1859-1941)

         Tüm yaşamı Fransa’da, büyük bölümüyle Paris’te geçen, Polonyalı Yahudi bir baba ve İngiliz Yahudi bir anneye sahip olan Henri Bergson, gerek akademik çevrelerde gerek halk arasında üslup ustalığıyla etkili olmuştur. On dokuz yaşında öğrenci olarak girdiği Yüksek Öğretmen Okuluna, otuz sekiz yaşında profesör olarak dönmüş, 1900’de Fransa’nın en saygın akademik kurumu olan “Collége de France”a çağrılmış, orada çok başarılı konferanslar vermiştir. 1927’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Bergson’u izleyen bir felsefe okulu gelişmemişse de o, filozofları çok etkilemiştir.

ESERLERİ:

*Bilincin Doğrudan Doğruya Verileri

*Madde ve Bellek: Beden ve Ruh Arasındaki İlişki Üzerine Bir Deneme

*Süre ve Eşzamanlılık, Einstein’ın Kuramı Üzerine

*Ahlak ile Dinin İki Kaynağı

*Yaratıcı Evrim

*Metafiziğe Giriş

*Gülme

NOT: İslam düşünürü Gazali, 11. Yüzyılda, gerçeğe duyum ya da akılla ulaşılamayacağını, ancak inançla ulaşılabileceğini öne sürmüştür.

        SÜRREALİZM (Gerçeküstücülük)

         Yirminci yüzyıl başlarında Fransa’da doğan, bunalım edebiyatı olan Dadaizm’den bazı etkiler taşıyan ancak daha çok aklın kontrolünden kaçan bilinç dışını, tesadüfe bağlı ruh durumlarını, düzensiz hayalleri, sayıklamaları, rüyaları sanata aktarma amacını güden bir akımdır. Akımın kurucusu olan Fransız edebiyatı şairi Andre Breton 1924 yılında “Gerçeküstücülüğün Manifestosu” adlı kitabıyla akımın bildirisini açıklamıştır. Bilinçaltının sanata uygulanmasında Sigmund Freud’un derinleştirdiği bilinçaltı araştırmalarından yararlanılmıştır.

         Psikanalize dayanan sürrealizmde, insan istekleri hiçbir yasaklama ve ayıplamaya maruz kalmadan gerçek yüzünü rüyada ortaya çıkarır. İnsanın gerçek kimliğini tanıyabilmek için bilinçaltına gizlediği duyguların açığa çıkarılması gerekir.

         Sürrealistler “gerçeküstü”nü yakalamak için hipnotizma seansları düzenlemiş, bilinçaltının gizli cevaplarını aramış, bulmuş ve uyanıkken yazılmış otomatik (düşünmeksizin kalemin ucuna geldiği gibi) yazılarla karşılaştırmışlardır. Rüya öyküleri, soru-cevap oyunu gibi deneysel çalışmalara da başvurmuş, iç akışın devamını engellediği için nokta, virgül gibi işaretleri de kullanmamışlardır.

         Sürrealizmin diğer sanatçıları, Apollinaire, Louis Aragon ve Paul Eluard’dır.

         Musiki dışında hemen bütün sanat dallarında etkisi görülen sürrealizm, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yerini Varoluşçuluğa bırakmıştır.

         Türk edebiyatında “Garipçiler”in (1941) ve “İkinci Yenici”lerin (1956) bazı şiirlerinde sürrealizmin izlerine rastlanır.

        VAROLUŞÇULUK (Egzistansiyalizm)

         Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Felsefesine dayanan varoluşçuluk, “Kendini tanı, seçimini yap, sorumluluğunu üstlen.” biçiminde ifade edilir. Alman filozofu Martin Heidegger (Haydeger)’in başlattığı bu felsefeyi temellendiren Danimarkalı filozof Kierkegaard (Kirkigard)’dır. Varoluşçuluğu 1930’larda edebiyata aktararak dünyaya yayılmasını sağlayan ise Fransız edebiyatçısı ve filozofu Jean Paul Sartre olmuştur.

         Varoluşçulukta, “var olma”, “öz”den önce gelir. İnsan önce dünyaya gelir, var olur; daha sonra kendi özünü ve bilincini meydana getirir. İnsan, olmak istediği gibi olur, kadere sığınamaz, kendi değerlerini kendisi yaratır. Her işinden kendisi sorumludur, bir yol göstericisi yoktur. “Öz”ünü oluşturma konusunda insan özgürdür; bu durum da onda bir bunalım yaratır. Çünkü kişi, sorumluluktan kaçamamakta, sorumluluğu başkasına yükleyememektedir. Bireyin kişiliği, hiçbir zaman o bireyin alın yazısı değildir.

         Varoluşçuluk, insanlığın ağır sınavdan geçtiği II. Dünya Savaşı yıllarında itibar görmüş, bir bunalım edebiyatının ortaya çıkmasına neden olmuş sanat ve düşünce akımıdır.

         Varoluşçuluğun diğer sanatçıları, Albert Camus (Kamü), Simone de Beavoir (Simon dö Bovuar), Andre Malraux (Malro)’dur.


Edebibilgiler.com 2009 ©  Her hakkı saklıdır.