ÖMER SEYFETTİN

--------------------------------------------------------------------------------

     28 Şubat 1884’te Gönen’de doğdu. 6 Mart 1920’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. Çağdaş Türk öykücülüğünün ile "Milli Edebiyat Akımı"nın kurucularından. Kafkas göçmenlerinden Yüzbaşı Ömer Şevki Bey'in oğlu. Öğrenimine Gönen’de başladı. Babasının görevi nedeniyle sürekli yer değiştirmemeleri için annesiyle bilikte İstanbul'a gönderildi. 1892'de Aksaray’daki Mekteb-i Osmaniye’ye yazdırıldı. 1896'da Eyüp’teki Baytar Rüşdiyesi’ni bitirdi. Edirne Askeri İdadisi’nden sonra 1903'te İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’den mezun oldu. Mülazim (teğmen) rütbesiyle orduya katıldı. İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi'nde bir süre öğretmenlik yaptı. 1908'de merkezi Selanik'te olan 3'üncü Ordu'da görevlendirildi. 1911’da ordudan ayrıldı. Ama Balkan Savaşı çıkınca tekrar askere alındı. Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya Kalesi'nin savunması sırasında Yunanlılara esir düştü. Bir yıl süren tutsaklıktan sonra İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. 1914'te Kabataş Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Ölümüne dek bu görevi sürdürdü.

       Yazmaya Edirne'deki öğrenciliği sırasında başladı. İlk şiiri "Hiss-i Müncemid" "Ömer" imzasıyla 1900'de "Mecmua-i Edebiye"de yayınlandı. İlk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" 1902'de Sabah gazetesinde yer aldı. İzmir ve Makedonya'da görevliyken yazdığı şiir, öykü ve makaleler çeşitli dergilerde çıktı. Askerliğe ara verdiği dönemde ise yazıları "Rumeli" gazetesi ve çeşitli dergilerde yayınlandı. Selanik'te yayınlanan "Genç Kalemler" dergisindeki yazılarıyla ünlendi. Derginin ikinci dizisinin ilk sayısında Nisan 1911'de yayınlanan "Yeni Lisan" başlıklı yazısı "Milli Edebiyat" akımının başlangıç bildirgesidir. Yazılarında, yalın, halkın konuştuğu ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini savundu. Türkçe'nin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını istedi. Milli Edebiyat akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem'le birlikte sürdürdü. 1. Dünya Savaşı yıllarında "Yeni Mecmua"da yayınlanan öyküleriyle ününü iyice yaygınlaştırdı. Öykülerini kişisel deneyimlerine, tarihsel olaylara ve halk geleneklerine dayandırdı. Günlük konuşma dilini kullanması, öykülerine canlı ve etkileyici bir özellik verdi. Çok değişik konular işledi. Bunları anlatırken yergiye, polemiğe, komik durumlara ve toplumsal yorumlara da yer verdi. Sağlık durumu bozulup ölümünden sonra 1926’da öykülerini önce Ali Canip Yöntem derledi. Ardından Ahmet Halit Kitabevi 1936’da bir derleme yaptı. 1950’den sonra Şerif Hulusi, öykülerini yeniden gözden geçirip 10 cilt halinde yayınladı. Rafet Zaimler Yayınevi 1962’de 30 öykü daha ekleyerek 11 ciltlik bir külliyat halinde yayınladı. Son olarak Bilgi Yayınevi, "Bütün Eserleri" adıyla tüm öykülerini 16 kitapta topladı. Kahramanlar, Bomba, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet bu dizideki öykü kitaplarından bir bölümü. İnceleme kitaplarında "Tarhan", "Ayın Sin" rumuzlarını kullandı.

--------------------------------------------------------------------------------

ESERLERİ

ŞİİR:

Ömer Seyfettin’in Şiirleri

(1972, Fevziye Abdullah Tansel derlemesi)

ROMAN:

Ashâb-ı Kehfimiz (1918)

Efruz Bey (1919)

Yalnız Efe (1919, 1988)

ÖYKÜ:

Harem (1918) , Yüksek Ökçeler (1922, 1988)

Gizli Mabed (1923, 1988)

Beyaz Lale (1938) , Asilzâdeler (1938)

İlk Düşen Ak (1938, 1980)

Mahçupluk İmtihanı (1938,1982 bir oyun da içerir)

Dalga (1943, 1952) , Nokta (1956)

Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1958)

İNCELEME:

Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (1912)

Yarınki Turan Devleti (1914)

Türklük Mefkuresi (1914)

Türklük Ülküsü (ilk 3 kitap birarada ölümünden sonra, 1975)


ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

  • Kızılırmak'a

  • Perili Köşk

  • Diyet

  • İlk Cinayet

  • Kaşağı

  • Ant

  • Keramet

  • Bahar ve Kelebekler

  • Forsa


KIZILIRMAK'A


Ah, ey Kızılırmak! Ağlıyor musun?

Dalgaların coşmuş, bilmiyor durmak,

Çöktü yüzbin ocak, anlıyor musun?

Ben geldim başına, isterim sormak:


"Yüzlerce yıl evvel üstünden geçen

Türklerin başına nedir bu gelen?

Yasasız kalmışlar serserilikten

Kaçmak isterlerse yol verme, sen ak!


Ak, boğulsun kaçan, acıma ona.

İster misin yurda baykuşlar kona?

Geçmek lazım ise yok mudur Tuna?

Geriye bırakma, ak Kızılırmak!"



PERİLİ KÖŞK


Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye,

- İşte bir boş köşk daha! Dedi.

Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:

- Geç efendim, geç!... Orası size gelmez.

- Niçin canım?

- Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.

- On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya... Tam bize göre...

Bekçi tekrar, katî bir işaretle,

- Buraya oturamazsınız efendim... dedi.

Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederlerdi. Asabî bir istical ile,

- Niye oturamayız? diye sordu.

- Efendim, bu köşkte peri vardır.

- Ne perisi?

- Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.

Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi, gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu. Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el... fakat Lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü:

- Perinin bize zararı dokunmaz! dedi:

Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı.

- Her giren evvelâ böyle söyler, ama bir ay oturmaz.

- Senin nene lâzım. Haydi burasını gezelim.

- Anahtarı sahibindedir.

- Sahibi kim?

- Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan...

- Haydi anahtarı alalım.

- Peki, ama...

Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.

İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvelâ peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlâtlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün kapısını açtılar.

Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet'te tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeğe başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya'dan Konya'dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor: "Allah'tan korkarım neme lâzım!" diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı. Sermet Bey evi gezmek istediğini söyledi:

- Pekâlâ, buyurun! Dedi.

Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinde pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı, Sermet Beye,

- Bu anahtar köşkü de açar... dedi.

Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır... Hepsi tamamdı.

- Kirası ne kadar?

- Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.

- Niçin?

- Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillâh peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Meselâ kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim.

Sermet Bey sordu:

- Vâkıa şimdiye kadar hemen hiç... Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.

- Ben ürkmem.

- İnşallah.

- Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır...

- Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz...

Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.

Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyazi Efendinin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşişiye bir yirmi beşlik kağıt verdi. Bekçi,

- Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız.

- Görürsün.

- Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiç birisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.

Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeli'ydi. Fakat Avrupalıların "Gündüz cefa, gece sefa" düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı. Yemeğe gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.

- Gözünüze öyle görünmüştür! Dediler.

Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya'nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:

- Vay anasına! dedi, telkinin kuvvetine bak!

Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı,

- Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun? Dedi.

- Görüyorum.

- Ey, o halde telkin ne demek?

- Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.

- Bu mümkün değil.

- Nasıl değil/

Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv'ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki sanatı yanlış gösterdiğini filan anlattı. "Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz. Hemen kaybolur". Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti. Fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Beyden başka kimse uyuyamadı.

Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeğe çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular. Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey annesi, "Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem" demeğe başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak... Bu Sermet Beyin işine gelecek şey değildi. Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, "daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar" diyorlardı. Sermet Bey kontratın, "Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir" maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmağa başladı. Nihayet çıkmağa karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeğe başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş... Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: "Seni hemen oracıkta çarpar!" diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyorlardı. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.

Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Beyin dizleri titremeğe başladı. İçinden, "Ben korkmuyorum, fakat vücudumun korkuyor!" dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayalet hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena halde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Beyi görünce alabildiğince kaçmağa başladı.

Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal, mukabele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Sermet Bey,

- Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm diye zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı.

- Lamba getirin, suratını görelim.

- ...

Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.

- İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?

Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendiyi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı.

Sermet Bey bir kahkaha attı.

Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.

Büyük Hanım,

- Niçin ümmet - i Muhammed'i korkutup deli ediyorsun a efendi?... dedi.

Sermet Bey,

- Onun sebebini ben bilirim! Cevabını verdi.

Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey,

- Haydi bakalım, al eline kalemi!... Yüreğine indirdiklerinin düşürttüğünün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas! dedi.

Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kaleme kaptı. Sermet Bey'in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:

"Kiracım Sermet Bey'den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım".

- Hah şöyle!

- ...

imzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti.

Sermet Bey'in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendiye,

- Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! dedikçe, evvelâ sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:

- Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!



DİYET


Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.


- Bizim Ali...


- Bizim koca usta...


- Dünyada eşi yoktur...


- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.


Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.


- Tak!


- Tak, tak!...


- Tak, tak!


İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.


Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.


Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.


Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:


- Kimdir o?... diye bağırdı.


Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:


- Yabancı yok!


- Kimsin?


- Ali...


Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:


- Koca Ali... Koca Ali, be!


- Sen misin, Ali Usta?


- Benim!


- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?


- Hiç...


- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...


Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:


- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.


- Yok.


- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?


- Biliyorum.


- Ee, ne arıyorsun buralarda?


- Hiç...


- Nasıl hiç...


Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:


- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.


Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:


- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.


İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...


İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.


Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:


- Kim o? diye haykırdı.


- Aç çabuk.


Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:


- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:


- Niçin?...


- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.


- Ee, bana ne?...


- Onun için işte dükkânı arayacağız.


- O hırsızlıktan bana ne?


- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.


- Bana ne?...


- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!


Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:


- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.


Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:


- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna


girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:


- Ay! İşte, işte...


Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:


- Çaldığın paraları nereye sakladın?


- Ben para çalmadım.


- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.


- Ya kim koydu?


- Bilmiyorum.


Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.


Sol kolunun kesilmesine karar verildi.


Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:


- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.


Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.


- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...


Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.


Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.


Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.


İşte herkes onu seviyordu.


Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.


- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.


- Ne gibi? diye sordular.


- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...


- Pekâlâ, pekâlâ...


Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:


- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.


O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:


- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.


Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.


Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:


- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:


- Kolunun diyetini ben verdim.


- ...


- Şimdi çolak kalacaktın, ha...


- ...


- Benim sayemde kolun var.


- ...


Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?


Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...


Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.


"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:


- Ne yapıyorsun be?...


Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:


- Bıçakları biliyorum, dedi.


- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?


Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:


- Ne bakıyorsun?


- ...


Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:


- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...


Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:


- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.


Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.



İLK CİNAYET


Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç birini unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış.


   ***

   Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kez kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağı... Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.


   - Al ama ağzına sürme! diyor.


   Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık, çok güneşli bir hava... Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi... Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.

   - Bak, bak! diyorum.


   Annem de başını kaldırıyor:

   - Kuş konmuş, diyor.


   Bu kuşu isteyince,

   - Tutulmaz, diyor.


   Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Ama gölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor:


   - A, kaçmadı.

   - Neye acaba?

   - Yavru olacak mutlaka.

   - ...

   - Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum.


   O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:


   - Birdenbire tut ha!


   Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş... Annem alıyor elimden, öpüyor, sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.


   - Ah, zavallı daha yavru.

   - Martı yavrusu.

   - Uçamıyor olmalı.

   - Denize düşerse boğulur.

   - ...


   Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz kuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma veriyor.


   - Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum.

   - Sıkmam.

   - Böyle tut işte.


   Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki... Dokunuyorum...

Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınmıyor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresine bakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor. Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra küçülüyor, sonra sönüyor... Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere.


   ...


   Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor.

«A... Aaa... Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor:


   - Ne yaptın?

   - ...

   - Sıktın mı?

   - ...

   - Söyle bakayım?

   - ...


   Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Annemin elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:


   - Ah, ne günah!

   - ...

   - Zavallıcık.

   - ...


   Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir kadın cinayetimi bildiriyor:


   - Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk...

   - ...

   - Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:


   «Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadar ağlıyorum ki... Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum.


   Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyle ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır.


   «Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum.




KAŞAĞI


Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz,


- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.


O vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,


- Hadi yap! derdi.


Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.


- Kuyruğunu sallıyor mu?


- Sallıyor.


- Hani bakayım?..


Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.


Her sabah ahıra gelir gelmez,


- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.


- Yapamazsın.


- Niçin?


- Daha küçüksün de ondan...


- Yapacağım.


- Büyü de öyle.


- Ne zaman?


- Boyun at kadar olduğunda....


At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.


- Sanırım acıtıyor? dedim.


Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.


Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:


- Gel buraya!


Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,


- Bilmiyorum, dedi.


Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,


- Hasan dedim.


- Hasan mı?


- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.


- Niye Dadaruh'a haber vermedin?


- Uyuyordu.


- Çağır şunu bakayım.


Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:


- Eğer yalan söylersen seni döverim!


- Söylemem.


- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?


Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,


- Ben kırmadım, dedi.


- Yalan söyleme, diyorum.


- Ben kırmadım.


- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.


- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.


Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.


Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.


Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.


- Niye ağlıyorsun? diye sordum.


- Kardeşin hasta.


- İyi olacak.


- İyi olmayacak.


- Ya ne olacak?


- Kardeşin ölecek! dedi.


- Ölecek mi?


Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu.


Pervin'i uyandırdım.


- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.


- Niçin?


- Babama bir şey söyleyeceğim.


- Ne söyleyeceksin?


- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.


- Hangi kaşağıyı?


- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...


Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.


- Yarın söylersin, dedi.


- Hayır,. şimdi gideceğim.


- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.


- Pekala!


- Haydi şimdi uyu!


Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.



ANT


    Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir... Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

   Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...


Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...

Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okul dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:

- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...

- Ben koparmıştım.

- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:

- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

- Ant ne?

- Bilmiyor musun?

- Bilmiyorum!

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:

- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:

- Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine, bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tat duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine Baktık!

diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,

- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...

- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!...

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı.

İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarımsak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.

- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.

Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.

Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.

Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...



KERAMET


   Yangın yarım saatten beri devam ediyordu. Fakat mahallenin ahalisi iki ev sonra söneceğine inanıyorlardı. Çünkü bir değerli kişinin türbesi vardı. Mümkün değil, o tutuşmazdı! Şiddetli bir kıble rüzgarı esiyor, alevleri, kıvılcımları saçan tahta parçalarını, türbenin üzerine altındaki evlerin çatılarına fırlatıyordu. İtfaiye bölüğü, tulumbalar son gayretlerini sarf ediyorlardı. Polisler etrafı ablukaya almışlar, kaçırılan eşyanın yağmasına meydan vermiyorlardı. Çiroz Ahmet etrafına bir göz gezdirdi. Bu kaşarlanmış bir külhanbeyi idi. Onca yangın demek vurgun demekti. Ama mahalle çok fakirdi. Biliyordu ki, şu yanan zavallı kulübeciklerin içinde yatak yorgandan başka bir şey yoktu. Halbuki vurgunda adet “yükte hafif, pahada ağır şeyler”i bulmaktı. Allah belasını versin! Faydasız yangın! diye başını salladı. Ahali türbenin önüne toplanmıştı. -Buraya gelince söner! diyorlardı. Çiroz Ahmet, yeşil boyalı türbenin penceresine sokuldu. Kör bir kandilin hafifçe aydınlattığı sandukaya baktı. Başı ucunda iki büyük şamdan duruyordu. Sandukanın iki tarafında iki seccade yayılı idi. Açık rahlelerde büyük Kuranı Kerimler yan gelmiş yatıyorlardı. Çiroz Ahmet kelepir karşısında parlayan bir Yahudi gözüyle bunlara baktı. Askeri bir hesap yaptı. İçinden “şamdanlar onar liradan yirmi... seccadeler on beşerden otuz... kitaplardan mutlaka yazmadır. Yirmi de onlara de! etti yetmiş...” dedi. Yeşil boyalı kapıya gitti. Çiroz, kemikli omuzlarıyla kapının kuvvetini yokladı. Sonra kilidine baktı. yavaş yavaş dayanmaya başladı. Halk yangınla meşguldü. Çiroz Ahmet son derece kuvvetli idi; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bahusus, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet... dayandıkça kapı çatırdamaya başladı. Nihayet küt etti açıldı. Çirozun içeriye girince ilk işi kör kandili üflemek oldu. fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildi. Zihni hemen bir vurgun planı tertibine başladı. Plan zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz “neticeyi” beklemiyor, ayrıntısını uyguluyordu. Şamdanların mumlarını yere attı. Rahlelerdeki kitapları alıp belinden çıkardığı Trablus kuşağına sardı. Sonra biraz durdu. Burnunu kaşıdı. Yavaşçacık seccadeleri topladı; bunları beygiri,n üzerine çul vurur gibi, sandukanın üzerine örttü. Şimdi kapıdan çıkmak lazım geliyordu. Ama dışarısı dolu idi. Sandukaya dayandı. Biraz düşündü. Kavukta bırakılacak bir şey değildi. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birden bire kaydı. Çiroz Ahmet düşmemek için toplantı. Acaba evliya diriliyor muydu? Durdu, baktı, gülümsedi. “Vay canına, yere mıhlı değilmiş be!” dedi. Eğildi, altına bakmak için sandukayı kaldırdı. Bu gayet hafifti. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmıştı. Zihnideki çıkış planı tamamlandı. Kitaplarla şamdanları kucakladı, sandukanın altına girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Durdu. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açtı. Sol taraf caddeye çıkıyordu. Yakalanmak ihtimali vardı. Sağ taraftaki sokak tenha idi. Viranelikler çoktu, ama yangın o tarafta idi. Herkes o tarafta birikmişti. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmedi. Paldır küldür kapıdan çıktı. Gürültüye başını çeviren halk şaşırdı. Herkes olduğu yerde kaldı. İşte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durdu, şiddetle esen rüzgar birden bire durdu. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürdüler. Sanduka yangına doğru yürüyordu. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titriyordu. Sanduka, korkunç manevi bir heybetle sallana sallana aralarından geçti, karanlıkta kayboldu.  

   Türbeden evvelki iki ev de ateşten kurtulmuştu. Yanmayıp evliyasız kalan türbe, yine mahalledeki kutsiyetini korudu. Yalnız, okuyanlar eskisi gibi yüzlerini boş binaya çevirmiyorlar, kıbleye bakıyorlar, “iki gözüm, yangın gecesi bu tarafa gitti.” diyorlardı.



BAHAR VE KELEBEKLER


Küçük salonun fes renginde kalin, agir perdeli penceresinden disari muhtesem, parlak bir suluboya levhasi gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli agaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karsi sahilde mor, fark olunmaz sisler altinda daglar, korular, beyaz yalilar... Bütün bunlarin üzerinde bir esatir rüyasinin havai hakikati gibi uçan marti sürüleri! Pencerenin önündeki sisman koltuga gayet zayif, gayet sari, gayet ihtiyar bir kadin oturmustu. Bahara, hayata dargin gibi arkasini disariya çevirmisti. Sönmüs gözleri köselerdeki gölgelere karisiyordu. Karsisinda, bir sezlonga uzanmis esmer, güzel bir kiz, siyah maroken kapli bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir kokulari; deniz, dalga fisiltilari getiren tatli bir nisan rüzgari giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardi. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yasinda idi. Köselerin hafif karanliklarindan bazen uyanir gibi ayrilan gözlerini arasira, karsisinda kitap okuyan genç kiza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç disi kalan burusuk agzini açti. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmis, katilasmis elini basina götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altinda daha beyaz görünen saçlarina dokundu. Bir an düsündü. Yine esnedi. Galiba uyanacakti. Arkasindaki açik pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuslarin günesli civiltilari, çiçek ve çimen kokulari hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandiriyordu. Yavas yavas kamburunu arkasina dayadi. Ellerini dizlerine koydu, basini kaldirdi. Biraz dogruldu. Torununun torununa, "Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konusalim."


Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabindan ayirmayarak,

"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.


Ancak on sekiz yasinda vardi. Sezlongdaki mühmel uzanisi ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altinda bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçalari daha dolgun, daha genis, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek suh, pek uyanik duran bacaklari daha tombul, daha nefis, ayaklari daha küçük görünüyordu. Tuttugu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile gögsünden firlamak ister gibi kabaran memelerine dayaniyor, sanki onlari zaptediyordu. Gür siyah saçlari magmum, hüzünlü çehresi etrafinda mesut edici, düsündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:


"Okudugun ne, kizim?"


"Bir roman."


"Neden bahsediyor?"


"Hiç."

Büyük nine tekrar daldi. Karsisindaki, senelerce evvel ihtiyarlayip ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakiyordu. Bu vücut iste hayatinin bahari idi. Arkasindaki, görmek istedigi su pencerenin disarisindaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabanci duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yasinda bir asigin busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgari, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarinda biraz tebessüm, gözlerinde biraz sule uyandirmiyordu. Tekrar sordu:


"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"


Genç kiz büyük gözlerini kaldirdi. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir sive ile, "Büyükannecigim, Fransizca bir roman iste..." dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

"Adi ne?

"Desenchanté..."(**)

"Ne demek?"

"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar demek."

"Onlar kimmis?"

"Biz... Türk kadinlari..."

Büyük nine düsündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarini düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakiyordu: Bu kiz tipki büyük matemleri geçirmis, felaketler görmüs bir zavalli gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onlari zehirliyor, onlari solduruyordu. Onlari bahara, saadete yabanci birakiyordu. Ansizin kalbinde bir aci duydu. Bu genç, bu güzel kiza aciyordu. Titreyen kadit ellerini koltugunun yanlarina dayadi. Hiddetlenmis gibi biraz yükseldi.

"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar, Türk kadinlari mi?" dedi. "Hayir hayir! Türk kadinlari asla sevinçten, sadetten mahrum degildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Simdiki kadinlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, su arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunlari görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düsüyor, karariyor, soluyor, soluyor, hirçin, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."

Genç kiz gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenislerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.

"Hiç siz okumaz miydiniz, büyükannecigim?" diye sordu.

"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kizlarina Farisi ögretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardi. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardik. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarimizla münakasa eder, hafizamiza, zekamiza, nüktelerimize onlari hayran ederdik. O vakit bir kadin için en büyük medih: 'Fazila, edibe, saire, akile....' idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanimiyor, baska memleketlerin, baska seylerini ögreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliginizden uzaklasiyor, etrafinizdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kaliyorsunuz. Ah... At elinden o kitabi!"

Esmer güzeli kiz yeniden gülümsedi, "Peki, büyükannecigim" dedi, "bu kitabi atayim... Okumayayim. Sonra bize müebbet ve yikilmaz bir hapishane olan bu sikici evin içinde bu mevkufiyetin yalnizligi içinde çildirayim mi? Okuyor, egleniyor, biraz teselli buluyorum."

"Hayir kizim, okuyor, fakat eglenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalasiyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."

"Peki söyleyiniz, okumayayim da ne yapayim?"

Büyük nine düsünmeye basladi; evet, ne yapsin? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüstü. Seksen sene evvelki hayati birden hatirladi; o vakit erkeklerden ayri bir kadinlar alemi vardi ki, simdi tamamiyla dagilmisti. Bu alem pek genisti. Binlerce kadin birbiriyle konusur, görüsür, eglenirdi. Kendilerine mahsus eglenceleri, zevkleri vardi. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarini kizlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardi. Sirmali çedik pabuçlar, kirmizi feraceler... ah hele kirmizi feraceler... baharin yesil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadinlar tipki birer gelincik çiçegi gibi parlarlardi. Hiç aralarinda çirkin, yani zayif, hastalikli yoktu. Erkekler yalniz kadinlarini tanirlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi. Kiraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafesantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eslerinden ayiran, zavalli Türk kadinlarini tenha evlerde unutulmus bir bekçi gibi birakan felaket mahalleri yoktu. Kadinlar erkekleriyle üzülmeden yasiyor, sonra o vakitki asi boyali büyük evlerin büyük sofalarinda, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarinda, cesim, nadir yalilarda toplaniyorlar, egleniyorlar, mesut oluyorlardi. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardi ki, bugün hepsi tamamiyla unutulmustu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap degistirmek, moda çilginliklarindan, sogukluklarindan, bos bir tekebbürden, manasiz ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasindan baska bir sey yoktu... Alafrangalik bir veba gibi içimize girmis, dudaklarimizin tebessümünü silmis, feracelerimizi parçalamis, pabuçlarimizi atmis, parmaklarimizi narin bir mercan gibi parlatarak güzellestiren kinalarimizi bile ortadan kaldirmisti. Esyamizi, esvaplarimizi degistirirken ruhlarimizi da degistirmisti; her sey yalan, her sey sahte, her sey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetisilmez bir hulyaya inkilap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi saskin ve mustarip bir nesil!... Her seyden nefret eden, her seyi fena gören, karanlik gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah simdiki mariz ve müteverrim muhit..


Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü istiraplariyla seri ve ani mukayesesi, zihninde sedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yasadigina müteessif ediyordu. Genç ve esmer kiz yüz yasina girmeye birkaç adimi kalmis olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgin dalgin bakarak onun zamanindaki kadinlarin saadetinin ne olabilecegini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamiyordu:

"Sustunuz, büyükannecigim..." dedi.

Ihtiyar kadin, burusuk gözlerini açti:

"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düsünüyorum."

"Eski zamanda, sizin zamaninizda bugünden fazla ne vardi, ninecigim?"

"Çok... birçok seyler..."

Büyükanne tamamiyla dogruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düsündü. Sonra yine basladi. Genç kiz onun disli agzinin içindeki derin sivri karanliga bakiyor, oradan çikan kelimeleri sanki ziyade temasa ediyordu.

"Evet yavrum, birçok seyler vardi. Her sey bizim için zevk, eglence idi. Her sey: Çocukluk, mektebe baslayis, feraceye giris, kocaya varis, dogurus, hatta ihtiyarlayis bile... Bunlarin hep ayinleri vardi. Her kadinin bu devirleri diger birçok kadinlar için bir zevk, bir eglence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eglence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdi ki bir mektebe baslama, bir sünnet, bir dügün, bir logusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarimiz, kinalarimiz bile eglenceye vesile olurdu. Manilerimiz, sarkilarimiz vardi. Toplanir, aramizda müsavere eder, kis geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eglence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eglencesi, ananesi vardi. Daha hiç açmamis, bir senelik gül agaçlarinin dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah günes dogarken mani söyleyerek tekrar çikarirdik. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kis herkesin lafina, bir söyledigini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadinlar vardi."

Büyük nine ateh getirmis ihtiyarlarin yalniz çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatiyordu. O esnada bir kus kümesi pencerenin yakinindaki bir agacin dallarina konmustu. Siddetle civildasiyorlar, keskin çigliklarini ihtiyarin hafif ve titrek sadasina karistiriyorlardi:

"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalim?' diye düsünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sikintisinin ne oldugunu bilmezdik. Hasili her sey gülmeye, eglenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapali oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharin kendine mahsus eglenceleri, ananeleri vardi."

"Ne gibi büyük ninecigim?"

"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eglence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eglenir, oynardik. Ah bu tefeül... pek sairane, pek latif, pek hassasti. Daima dogru çikardi. Hepimiz itikat ederdik."

"Nasil?"

"Bahar geldi, agaçlar çiçek açmaya, yapraklar yesillenmeye, çimenler bas göstermeye basladi mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdi. Bahçeye kosar, baharin ortasinda gezinirdik. Ilk görecegimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. Ilk kelebegin beyaz, pembe olmasi için maniler söyler, dallarin üzerine beyaz ve pembe kumas parçalari atardik. Sari veyahut siyah bir kelebek görecegiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."

"Niçin?"

"Çünkü kelebeklerin birer manalari vardi. Ah, siz bunlari bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sihhat ve afiyete... Sari kelebek: Kedere, hastaliga... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açik olduguna, mesut olacagimiza kail olurduk... Bahar çiçekleri altinda beyaz kelebegin serefine semailer okurduk..."

Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarini anlatiyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginligine, pembe kelebek kümelerinin bolluga, sari kelebek kümelerinin kitliga; kirmizi kelebeklerden mütesekkil, pek nadir görülen mesum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete isaret oldugunu söylüyor, uzatiyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadinlarin müsahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kiz artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasindaki pencereden görülen nisan semasinin mavi beyaz aydinligina dikmis, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadinlarin mesut olmalari lazim geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladikça, erkeklere yaklastikça iptidai kadinliklarindan, disilikten uzaklasiyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutusuyor, eski kadinligin zevke, saadete vesile addettigi disilik kayitlari kendilerine atesten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazariyla bakiyorlar, siyah çarsafli kalin peçeleri ezici, soldurucu, vahsi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardi. Fakat haksiz miydilar? Mademki "terakki"den içtinap kabil degildi; terakki ise mutlaka degistirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asirlarca evvelki Türk kadinligi da iptidai, mebnai halinde kalamazdi. Kuklaliktan, bebeklikten, masumiyetten, hasili disilikten çikacak, hakiki kadin haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasiyla insan, insan olacakti... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artik isitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutuklari, tiyatrolari, konferanslariyla Mesrutiyetin ilani geçiyor, hala tükenmez el sakirtilari, alkis kabuslari isitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, siki esaretten azat edileceklerini, insanlik hakkina nail olacaklarini ümit etmislerdi. Ah bu ümit, nasil çabucak sönmüs, söndürülmüs; bu hayal, ne feci bir surette kirilmisti... Düsünüyor, aglamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir sey ümit edemezler miydi? Türk kadinligi bir gün yüksek idrakiyla, alti asirlik tesadüfi, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasiyla, bir Avrupali kadin gibi insanlik sahnesine çikarak ihtiramlar, perestisler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kiz tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karisan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hos olacakti. Eski Türk kadinliginin itikatlari yeni Türk kadinliginin talihine nasil bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandigi sezlongdan dogruldu. Ayaga kalkti. Büyük nine susmustu. Torununun bu ani kalkisina taaccüple bakiyordu. Sordu:

"Ne var kizim, neye kalktin?"

Güzel, esmer kiz gülerek, "Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için degil, benim gibi olanlar için Türk kizlari için, bütün Türk kizlarinin talii için bakacagim" dedi, pencereye yaklasti. Büyük nine titreyerek koltugundan kalkti. "Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayim sizin için..."

Ikisi de pencerenin kenarinda idiler. Sagda genç kiz muhtesem, levent endamiyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Disariya bakiyorlardi. Bütün tabiat gözleri kamastiran tatli, sicak bir aydinlikta parliyordu. Denize günes aksetmis, onu baska elemlere akip giden ebedi, nihayetsiz bir gümüs nehrine benzetmisti. Agaçlarin ufak, koyu yesil yapraklari hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düsüyordu. Karsi sahil tirse daglari, mor korulari, beyaz yalilariyla bir serap memleketini bir peri payitahtini andiriyordu. Susuyor, bakiyorlardi. Henüz bir kelebek görmemislerdi. Çiçek tarhlari üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardi. Tek bir marti yakin bir tehlikeden, meçhul bir seametten kaçar gibi hizla geçiyor, haykiriyordu. Nerede olduklari görülmeyen kuslar mütemadiyen ötüyorlar, civiltilari canli ve tannan bir ziya yagmuru gibi semadan yagiyor zannolunuyordu. Genç kiz birden, elini kalbine götürdü, yavas bir sesle, "Ah iste..." dedi.


Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmagiyla,

"Fakat ben senden evvel su beyazi gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolasan bir kelebeği gösterdi.


Genç kiz son bir cebirle ona da bakti:


"Ah büyük ninecigim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz degil, sari bir kelebek.."


...Anasinin ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardi. Bu parlak taze tabiat simdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhlari müteverrim kizlarin metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine sezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sari, siyah kelebekli bahardan ürkmüs, yine arkasini dönmüstü. Koltugunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çikariyordu. Genç kiz elinden birakmadigi siyah maroken kapli kitabini açti, bu kitap simdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamiyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemedigine; zavalli yeni neslin, simdiki Türk kadinliginin talii ancak felaket, keder, ölüm olduguna, ebediyen siyah kefeni yirtamayacagina, tesettürden kurtulamayacagina, evlerin bos, tenha duvarlari arasinda, meçhul çiçekler gibi açmadan, dogmadan ölecegine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batil itikatlar o kadar kuvvetli, müthis idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çaliyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasindan kiriyordu. Düsünüyordu; fakat bu batil itikatlar, bu hasin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalniz Türklere, yalniz Türkiye'ye mahsus degildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardesi, oturdugu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yag bulunmadigini, Paris'te aileler arasindaki Katolik deliligin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacagini yaziyordu... Birden kendisi gibi baska ufuklar, baska saadetler, baska hayatlar tahayyül eden mahrum kadinlarin romancisi, büyük bir garp muharririnin sakirdine her seyin bir hududu oldugundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanlarin behimiyetine nihayet yoktur!" dedigini hatirladi.


Pencereden, sevdigine kavusmadan ölen genç ve müteverrim bir asikin son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin birakilmis taze çelenk kokulari getiriyor, odanin gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalaniyordu...


Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Bu mesum tefeülün ihtiyar dimaginda husule getirdigi yorgunluk on bir uyku ilaci gibi tesir etmisti. Genç kiz... Genç, esmer kiz gözlerini kitaba dikmis, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarsist gögsüne bastirarak, içinden dudaklarina yükselen kalbi ihtilali, bu sedit, sebepsiz hirçinligi tutmaya çalisiyordu. Odanin uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadinliginin meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asir evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatirasi... digeri, bugünün bir asirlik mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçegi idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapali tenha oda, bu muhtesem, süslü mezar idi. Pencerenin yakinlarina gelen kus kümesi, bazen sedit bir civilti, aydinlik bir gürültü kopariyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artik hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hiriltisi ile horluyordu. Torununun torunu, genç kiz, güzel kiz, esmer kiz hala hiçkirigini zaptediyor, donmus gibi, sezlonguna uzanmis duruyordu. Genis pencereden intizamsiz fasilalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarinin cereyani ansizin deminden gördükleri siyah kelebegi getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhtesem tabiatin, çiçekli, müsfik baharin cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andiriyordu. Simdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokulariyla gelmis, su genis pencerenin önünde çirpiniyordu. Içerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatlarin dogmadan katlettigi bu canli ölüleri, onlarin müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede olduklari belli olmayan kuslar, insafsiz ve yakici bir hücuma ugramislar gibi ansizin bütün kuvvetleriyle civildamaya basliyor, bütün tabiati istila eden sedit, feci civiltilarla aci aci feryat ediyorlardi.



FORSA


Akdeniz'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.

- Hayırdır inşallah! dedi.

Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey yoktu.

Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için. üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselâm'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?

Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki...

- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu.

Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.

"Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:

- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:

- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.

- ...

Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:

- Kaç yıldır tutsaksın?

- Kırk!

- Nerelisin?

- Edremitli.

- Adın ne?

- Kara Memiş.

- Kaptan mıydın?

- Evet...

İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.

- Haydi, Bey'in yanına! dediler.

Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.

- Sen kaptan Kara Memiş misin?

- Evet! dedi.

- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?

- Benim.

- Doğru mu söylüyorsun?

- Niye yalan söyleyeceğim?

- Aç bakayım sağ kolunu.

İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.

- Ben senin oğlunum! dedi.

- Turgut musun?

- Evet...

İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:

- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.

Eski kahraman kabul etmedi:

- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.

- Çok yaşlısın baba.

- Ama yüreğim güçlüdür.

- Rahat et! Bizi seyret!

- Kırk yıldır dövüşü özledim.

Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü.

İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:

- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi.




Edebibilgiler.com 2009 ©  Her hakkı saklıdır.